İnnovasyon’la Gelişen Ülkeler
Servet ENGİN
“Allah bu yer yüzünü ve istihsal sahalarını hikmetle yaratmıştır; mamur, semereli ve faydalı kılınması hikmetiyle… Eğer halk dünya mamurluğundan ne fayda erişeceği ve yeryüzünü kupkuru bırakmaktan ne günah doğacağını bilseydi, gayesini ve vücûd hikmetini tamamiyle anlamış olurdu. Toprağından bin batman mahsûl çıkacak bir insan,eğer ihmâl ve isteksizlik yüzünden dokuz yüz batman mal elde edecek olur ve aradaki yüz batman fark insanların istifadesinden uzak kalırsa biliniz ki, bunun hesabı kendisinden sorulacaktır. İnsanların faydasına sarfedecek bir vaziyeti bulunduğu hâlde bundan kaçan, yer yüzünün umranında pay sahibi olmak istemeyen ve üstelik bunun ismini,dünyayı terk, zühd ve takva koyan insan, Şeytandan başka kimseye tâbi değildir. “ ( İbn-ül Mekarim)
Çağlar boyunca insanlık hep gücü elinde bulundurmaya gayret etmiş, bu uğurda savaşlara girip kan dökmekten çekinmemiştir. İlk çağlarda güç tamamen fizyolojinin sonucuydu. En kuvvetli, en hızlı olan, kendinin olduğu kadar, çevresindekilerin de hayatını yönlendirme gücünü elinde bulunduruyordu. Endüstri çağının başında ise güç sermaye idi. Bu gücü elde eden endüstriyel ürünlere hükmederdi. Tüm bunlar günümüzde de rol oynamaya devam ediyor. Parası olmak, olmamaktan, fiziksel yönden kuvvetli olmak, olmamaktan çok daha önemli. Her şeye karşın günümüzde gücün gerçek kaynağı, yine de uzmanlaşmış bilgiden geliyor. Bilgi ve teknoloji çağında artık hiçbir ülke ve şirket ilerleme göstermeden, konumunu muhafaza edemeyecek. Çünkü hızla ilerleyen dünyada geriye gitmenin en kolay yolu, yerinde saymaktır.
Rekabetin çok yoğun yaşandığı, bilgi ve teknolojinin sınır tanımadan yaygınlaştığı bir dünyada şirketlerin rekabette üstünlük sağlayabilecekleri tek konu insan kaynaklarıdır. Nitelikli bilgi ve organizeden yoksun milletler, ne denli zenginliklere sahip olurlarsa olsunlar, başka uluslara köle olmaktan kurtulamıyorlar. Güney Afrika dünyanın en büyük elmas madenleri, veya Siera Leone dünyanın en zengin bakır kaynaklarına sahipken iç savaş ile karıştırılıyor ve bu bereketli toprakların insanları dünyanın en mağdur fertleri haline getiriliyor.
XXI. yüzyılın başında dünya yirmi dört gelişmiş ülke, 140’tan fazla gelişmemiş ülke, sadece dört adet sonradan gelişmiş “yeni sanayileşmiş ülkeler”den (Singapur ve Hong Kong, Güney Kore ve Tayvan) oluşmaktadır. Bu ülkeler, uzmanların son elli yıldır “gelişmekte olan dünya” olarak adlandırdıkları nüfusun sadece %2’sini oluşturmaktadır. Dördü 1997’deki mali krize rağmen ürünlerinde ve ihracatlarında belirgin teknolojik gelişme, gelir dağılımında devamlı ilerleme, fakirlerden orta sınıfa doğru bir artışın sağlandığı ve neredeyse önce ABD’de ve Avrupa’da, daha sonra da Japonya’da olanlarla kıyaslanabilecek gelişmeler kaydeden ülkelerdir. Böyle bir ilerlemeye rağmen bu yeni sanayileşmiş ülkeler , ABD ve Avrupa’daki bilimsel, teknolojik ve kültürel gelişmeyi, yaşam standardını ve hatta demokratik gelişmeyi bile yakalayamadılar.
Sanayi Devrimi’nden, Avrupa ve ABD’deki modern ulus devletlerinin ortaya çıkışından bu yana, birçoğu Lâtin Amerika, Afrika, Asya ve Ortadoğu’da olmak üzere yüz seksen beşten fazla ulus devlet doğmuştur. Gerçekteyse XIX. yüzyılda Lâtin Amerika’da doğan ulus devletlerin birçoğu ve XX. yüzyılda Asya ve Afrika’da şekillenen ulus devletlerin neredeyse hepsi yüz yıl sonra en iyimser söylemle, kalkınamayan ve tamamlanmamış ulusal projeler olarak bir diğer deyişle “sözde” ulus devletler olarak değerlendirilebilirler. Amerikan ve Fransız devrimlerinin etkisi altında doğan XIX. yüzyıldaki Cumhuriyetçi ulus devletlerin modern toplumlarının kurucularından olmalarına rağmen XX. yüzyılın sonunda Lâtin Amerika ülkeleri, hâlihazırda sadece yirmi dört üyeden oluşan gelişmiş kapitalist ülkelerin ayrıcalıklı kulübüne girememişlerdir. Söylenen şey Lâtin Amerika ülkelerinin borç krizleri yüzünden on yıl kaybettikleridir; fakat işin gerçeği onların modern ve başarılı kapitalist demokrasiler olmayı başaramayıp yüz elli yıl kaybetmeleridir.
Bugün Lâtin Amerika ülkeleri, yaşam standardı ve teknolojik modernleşme bakımından sadece Avrupa ve ABD tarafından değil, ayrıca Japonya, Tayvan, Güney Kore, Malezya, Hong-Kong, Singapur, Avustralya, Yeni Zelanda ve Kanada tarafından da geçildiler. XIX. yüzyılda Latin Amerika ülkeleri bağımsız ve doğal kaynaklar bakımından zengin bir şekilde tarih sahnesine çıktıklarında o uluslar ya çok fakir ve yarı feodal ülkeler ya da tam anlamıyla başarılı olamamış Britanya kolonileriydiler. Latin Amerika’nın yüz elli yıl önceki sosyo-ekonomik durumu Avrupa’nın kırsal alanına veya Kuzey Amerika’daki yerleşilmemiş bölgelere benzemekteydi. Bugünse tam tersine daha çok Ortadoğu ve Asya’daki fakir ülkelere benzemektedir. Yüz yıldan daha kısa bir sürede Latin Amerika’daki yoksulluk kalıtsal bir hâl almışken Avrupa ve ABD yoksulluğu hemen hemen ortadan kaldırdılar.
Bugün küreselleşmeyi yaygınlaştıran teknoloji, toplumsal bir dışlamayı da ortaya çıkarmaktadır; çünkü bilgisayar yazılımları ve otomasyon, insan emeğinden tasarruf sağlamaktadır. XX. yüzyıl sona erdiğinde dünyadaki çalışma yaşındaki nüfusun %30’u işsiz durumdaydı. Devasa fabrikalar binlerce çalışanıyla birlikte yeni teknolojiler tarafından kullanımdan kaldırılmaktadır. Birçok sanayileşmiş ülke de bu duruma göz yumabilmektedir, çünkü nüfus artmamakta ve imâlat alanında fazlalık hâline gelen işgücü sıkça hizmet sektöründe eritilebilmektedir. Oysa niteliksiz işgücünü artıran kentli nüfus patlamasının yaşandığı gelişmemiş ülkelerde yeni teknolojilerin yeterli sayıda iş oluşturması imkânsız hâle gelecektir. Bu yüzden teknolojik devrim yoksul ülkelerdeki nüfus patlamasıyla zıtlaşan bir girizgâha girmektedir.
Global ekonomide var olan bir başka çelişkiyse gayri safi milli hâsıla (GSMH) oranlarının yükselmesi; fakat bunun, işsizliği veya düşük ücretli geçici işleri artırmasıdır. Yeni teknolojiler ayrıca hammadde ihraç eden ekonomileri sanayileşmiş ülkelerden tecrit etmeye başlamıştır. Üretilen her parça sınaî ürün için gereken hammadde miktarı her geçen gün azalmaya devam etmekte, böylelikle bu durum söz konusu ülkelerin gelişme şanslarını da yok etmektedir. XX. yüzyılın başlarında 1930’larda olduğu gibi her parça sınaî ürün başına düşen hammadde oranı %40’tı. Bugünse küresel ekonomi artan oranlarda yüksek teknoloji ürünlerine, özellikle de ayrıcalıklı hizmetlere ihtiyaç duymaktadır, bununla beraber ilkel ürünlere ihtiyacı çok daha azdır.
Gelişmemiş dünyanın bu rekabetteki tek avantajı olan bol işgücü ve hammadde, küresel ekonomide her geçen gün önemsizleşmektedir. Peki bu türde bir küreselleşme ilerleyişinde nüfus artışının her yıl milyonlarca genci iş pazarına kattığı temel ürünler üreten ülkeler ekonomik olarak kendi ayakları üzerinde nasıl durabilirler? Kuşkusuz, bu akımla kişi başına düşen geliri artırmaları, bir milyar civarında işsiz insana iş bulmaları ve gelişmemiş dünyadaki 1,7 milyar insanı, içinde bulundukları aşırı yoksulluktan çıkarmaları çok zor olacaktır.
Yoksul ülkelerin birçoğu için önümüzdeki yıllardaki seçenek, yirmi yıl önce Güney Kore ve Tayvan’da gerçekleşen kalkınma sürecine başlamak olmayacak. Tek umutları teknolojik devrimin ve küresel rekabetin meydan okumasına karşı bir şekilde hayatta kalmaktır. Şimdiye kadar her ülkenin gelişme kapasitesine sahip olduğu dile getirilirken böyle bir gerçekle yüzleşmek şoke edicidir. XX. yüzyılda yaşanan deneyim her ne kadar tersini işaret etse ve bizi hiç düşünülmeyen bir şeyi düşünmeye zorlasa da yanlış adlandırılmış birçok gelişmekte olan ülke olma yolunda değiller. Aksine “bağımsız yaşayamayan ulusal ekonomiler” olma yolunda hızla ilerlemektedirler. Eğer durumları daha kötüye giderse bazı Afrika, Balkan, Asya ve Lâtin Amerika ülkelerinde daha önce örneğini gördüğümüz şiddetin hâkim olduğu yönetilemeyen kaotik varlıklar hâline gelebilirler. Yaklaşık yarım yüzyıl süren kuramlar, öngörüler, verilen sözler ve zenginlik arayışı sonunda bütün bu gayretler, bir grup Afrika, Asya ve Lâtin Amerika ulus devletinin karşı karşıya kaldığı kendi başına varlığını sürdürememe tehlikesiyle felâkete dönüşebilir.
Japonya’yı bağlam dışında tutacak olursak; Asya ülkelerinin ekonomik büyümesi 1960’larda Hong Kong, Singapur, Taywan, Güney Kore gibi Asya kaplanları diye adlandırılan ülkelerle başlamış ve Güneydoğu Asya’nın başta Çin olmak üzere nüfus yoğunluğu yüksek diğer ülkeleriyle devam etmiştir. Bu büyüme hamlesi iki yönüyle ilgi çekicidir. Büyümenin olduğu ülkelerin nüfusu çok fazladır (toplamda dünya nüfusunun 1/3’ü kadar) ve büyüme oranları çok uzun süre görülmedik ölçüde yüksek seyretmiştir. Japonya’nın 1953-1973 arasındaki ortalama yıllık büyüme hızı %8 iken, Güney Kore 1963-1997 arasında her yıl ortalama %7 büyümüştür. Çin yıllardır yıllık %10 düzeyindeki –bazen bunun da üzerinde-büyümesini devam ettirebilmektedir.
Güney Kore ekonomisi 1960 yılında her bakımdan Türkiye’nin gerisindeydi. 1962’de Güney Kore’nin kişi başına düşen milli geliri 87 dolarken, bizimki 200 doların üstündeydi. 1994’te Güney Kore 8.384 dolara çıktı, bizimki ancak 2000 olmuştu. Güney Kore’nin dış ticaret hacmi 1994’te 199 milyar dolara yükseldi. Yani Türkiye’nin o yılki dış ticaret hacmini dört misli geçti. Üstelik Güney Kore doğal kaynaklar açısından bize göre daha yoksuldu. Yüzölçümü Türkiye’nin sekizde biri büyüklüğündeydi. 1950’lerde iç savaş yaşamış, işgal görmüş ve ikiye bölünmüştü. 1960’larda nüfusu Türkiye kadardı. Böyle bir ülke 30 yıl içinde bize kalkınmışlık açısından büyük fark attı. Güney Kore ithal ikameci yerine ihracata ağırlık veren, döviz tasarrufunu değil, döviz kazanmayı öngören, dışa açık büyüme modelini tercih etti.
Uzak Doğu ekonomileri diğer gelişmekte olan bölgelere göre oldukça yüksek düzeyde büyüme göstermişlerdir. Genel olarak ticaret hacminde ve özellikle ihracatta hızlı artış ve sanayide büyüme, gelişmedeki performansın anahtarı olmuştur. Güneydoğu Asya ülkeleri son günlerde yaşadıkları ekonomik krize gelinceye kadar 30-40 yıl içerisinde olağan üstü bir ekonomik ve sosyal gelişme göstermiştir. 1965-1990 yılları arasında bölgede kişi başına ulusal gelir yıllık reel olarak ortalama %5,6 oranında artarak dünya üzerinde görülmemiş bir performans sağlamıştır. Söz konusu büyümenin büyük bir bölümü 8 ülkede meydana gelmiştir: Japonya, G. Kore, Tayvan, Hong Kong, Singapur, daha sonra Endonezya, Malezya ve Tayland. Bu ülkeler genellikle yüksek tasarruf oranlarıyla da dikkat çekmişlerdir. Bir başka ortak özellikleri çok iyi temel eğitim almış nesillerin yetişmesidir. Bunun sonucunda artan okuma yazma oranları ve matematik yeteneği bu ülkelerin kalifiye işgücüne sahip olmasına yol açmıştır.
Sekiz ülke arasında doğal kaynaklar, kültür, politik ortam ve sosyal açıdan büyük farklılıklar vardır. Ayrıca, devletin ekonomideki rolü ve ekonomik politikaları uygulamada kullandığı araçlar da farklıdır. Ancak söz konusu ülkelerin ulaştığı nokta aynıdır: Yüksek oranda ekonomik büyüme ile birlikte gelir dağılımındaki büyük iyileşmeler. Yukarıda bahsedilen sekiz ülkenin ekonomileri 1960-1990 yılları arasında yıllık reel olarak %5,6 oranında büyüyerek (Zengin elmas yataklarına sahip Botswana dışında) Latin Amerika ve Afrika ülkelerinin büyüme hızlarını büyük arayla geçmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta büyümenin kesintisiz, uzun süreli ve dengesiz olmasıdır. Malezya dışında yedi ülke en yüksek kişi başına gelir artışını, en düşük gelir adaletsizliği ile sağlayarak büyümenin örneklerini vermişlerdir. Öyle ki, G. Kore ve Tayvan gelir dağılımının eşit olduğu ülkeler durumuna gelmiş, sonuçta yoksulluk azalarak ortalama yaşam süresi uzamıştır.
Güneydoğu Asya ülkelerinin başarısında, devletin öngördüğü hedefler doğrultusunda faaliyet gösterenlere karşı cömert bir baba, hedeflere uymayan ve mızıkçılık yapanlara karşı da sert bir disiplin uygulayan rolünü çok iyi oynaması yatmaktadır. İyi performans gösteren firmalar büyük sübvansiyonlar, koruma duvarları, vergi muafiyetleri, madalyalar ve benzeri teşviklerle ödüllendirilmiştir. Kötü performans gösterenler ise teşvikleri kaybettikleri gibi, bankaların tüm kredilerini kesmeleri, âni vergi denetimleri, devletle ilgili tüm işlerinin çeşitli nedenlerle ters gitmesi, hapis ve hatta mallarına el konulmasına kadar pek çok ceza ile karşı karşıya kalmışlardır. Genel olarak zengin doğal kaynaklar yahut dışsal ekonomik etkilere nazaran, ekonomik politikalar performansı yeterince açıklamaktadır. Ekonomik politikalarda öne çıkan unsurlar, tarım ve işgücü politikalarının başarısı ile tamamlanan ticaret ve sanayi politikalarının güçlü olması ve dışa açılmış bulunmasıdır.
Seksenli yıllarda Gelecek Tasarımcıları, 21. yüzyıl için “İleri teknoloji, Net (Ağ) ve Asya yüzyılı” öngörülerinde bulunuyorlardı. Orta Doğu, Orta Asya ve Balkanlar hinterlandının beyni ve kalbi mesabesinde bulunan ülkemiz, kendisinden beklenen tarihî misyonu eda edebilirse, insanlık bu çağı huzur, refah ve mutlulukla tamamlayacak. Yeter ki ruhunu ulvi değerlerle pervaz ettirirken, endüstriyel tasarım, inovatif üretim ve global pazarlama ufkunu yakalayabilmiş üstün nitelikli insanları yetiştirebilsin.