Menü Kapat

Televizyon ve Kültür

TELEVİZYON VE KÜLTÜR

Yaşar Demir   
 
     Adına kısaca reyting denilen televizyon kanallarının izlenme oranları sıralamasına oldum olası hep kuşkuyla bakmışımdır. Türkiye’deki televizyon seyircisinin tercihini yansıttığı söylenilen ölçüm araçları, acaba kimlerin kontrolünde ve hangi maksada hizmet etmektedir; belli değil. Konu o boyuta ulaştı ki bir zamanlar reyting sıralamalarından nemalananlar bile artık sızlanır hale geldiler. Televizyon ekranlarından kendi programlarında feveran edercesine yakınmalarını dile getirdiler.
 

    Geçtiğimiz birkaç yıl içinde reyting konusu ana haber bültenlerinin konusu oldu. Türkiye’nin tercihini bu ölçüm araçlarının yansıtamadığı dile getirildi. Bu eleştirilere ben de katılıyorum. Çünkü onların yaptığı program sıralaması ve çok tercih ediliyor diye halka lanse etmeye çalıştıkları televizyon programları, benim ne içinde yaşadığım dünya ile uyumludur, ne de içimde yaşattığım dünya ile.
    Televizyonlardaki reytingler tartışılırken yıllar önce okuduğum Cemal Kutay’ın Pembe Mendil adlı eserini hatırladım. Pembe Mendil’in hacmi neredeyse küçük bir risale kadardı. Ancak aradan onca yıl geçmesine rağmen hâlâ unutamadığım eserlerden biridir. Çünkü Pembe Mendil, kaybettiğimiz değerlerin acı bir terennümüdür. Pembe Mendil, Osmanlı cemiyetinin mahalle ve aile yuvasının Avrupalılar üzerinde bile derin etkiler yapan, bu iki mukaddes varlığımızın hikâyesidir.
    Pembe Mendil, genç kızların gözünün nuruyla, şehit analarının gözyaşıyla işlenmiş acı ve hasretin mendilidir. Pembe Mendil, biricik varlığımız, cennet hayatımız, ana ocağımızın kaynayan çorbası, tüten bacasıdır. Kısaca Pembe Mendil, Türk kültürünün Türk el sanatlarına ve Türk aile yapısına yansımasıdır.
    Cemal Kuntay, bu eserinde gençlerin mahalle mekteplerinde ve aile içinde yetiştiriliş biçimlerini, ailedeki edep ve usulü, kişinin toplum hayatında aldığı rolü, yetişkinin yapması gereken davranışları özetliyordu. Örgün ve yaygın olarak gençlere okulda ve ailede ve toplum içinde verilen eğitimi anlatıyordu. Bu gün Cemal Kutay’ın bahsettiği kültür aktarımı ne okullarımızda ne ailelerimizde yapılabilmektedir. Cemal Kutay’ın altını çizdiği kültür eğitimini kültür adına kültürsüzleştirerek televizyon vermektedir. Elbette seyirci tercihleriyle oynanarak, en çok seyredilen program sıralamasına hile katılarak…
    Nüfusu 70 milyonu aşan bir ülkede basit bir hesapla 15 milyon aile yaşamaktadır. Türkiye’de televizyon kullanım oranı ise %98’dir. Ölçüm araçları ise sadece 2.500 ailenin evindedir. Yaklaşık %0,2’nin tercihi Türkiye’nin tercihi olarak ele alınıp televizyon programları buna göre ayarlanırsa burada ciddi bir yanlışlık yapılmış, azınlığın çoğunluğa tahakkümü uygulanmış olur. Ayrıca ölçüm araçlarının hangi evlerde olduğu da bilinmemektedir. Bu konuyu basit bir çıkar ilişkisi olarak adlandırmak da çok iyi niyetli bir yaklaşımdan başka bir şey değildir.
    Bir sihirli güç gibi milyonları etkileyen televizyonun toplum hayatına etkisini hesap etmek, televizyon kanallarının izlenme oranlarının ölçüm işini yapan şirketin merkezinin yurt dışında bulunmasının nedenini düşünmek, bize ait olmayan nice programların dayatma ile seyrettirilmeye çalışılmasını anlamak ve doğru yargılara ulaşmak gerekir. Öyleyse gerçek durum nedir?
Mustafa Kemal Atatürk’ün, uzun süren savaşlardan sonra yakılan, yıkılan Anadolu’da milli mücadeleyi başlatırken dayandığı ve güvendiği temel, Türk Milleti’nin irfanı ve kültürü idi. Bu millet, tarihin hiçbir döneminde esir yaşamamıştı, bundan sonra da esarete boyun eğemezdi. Öyleyse ya sonuna kadar bağımsızlığı uğruna savaşacak ya da büsbütün yok olacaktı. “Ya istiklal, ya ölüm!” parolasıyla halkı örgütledi ve milli mücadeleye başladı. Sonunda da başarılı oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür diyerek bizlere sahip olmamız gereken hedefi gösterdi.
    Milli Mücadele’de olduğu gibi daha milli mücadeleye gelmeden önce Çanakkale önlerine gelerek hevesleri kursaklarında kalan yedi düvelin idarecileri ve strateji uzmanları da anlamışlardı ki Türk toprakları savaşla ele geçirilemezdi. İngiliz komutan Hamilton diyordu ki “Bizim askerlerimiz ölmemek için savaşıyorlar, Türk askerleri ise ölmek için savaşıyor. Ölmek için savaşan bir orduya karşı hiç bir güç galip gelemez.”
    İşte bu anlayıştan sonra tarihin her döneminde Türkiye üzerinde emelleri bulunan batılı güçler, Türk Milleti’nin inancına, örf ve adetlerine, gelenek ve göreneklerine, diline, aile yapısına… kısaca kültürel değerlerine saldırmaya başladılar. Yeni ve kalleş bir savaşla karşı karşıya kaldık. Teknoloji ve maddi güç de onların elinde olunca yapacak çok bir şey kalmadı. Kimimiz istemeden, çoğumuz da bu yeni savaş oyununun farkına bile varmadan boyun eğdik.
    Özellikle televizyonun Türkiye’de yaygınlaşmasıyla birlikte kültür emperyalizmi bütün şiddetiyle üzerimize geldi. 1980’li yılların başında Dallas furyasıyla aile içi cinsel ilişkiler, batı usulü hayat tarzı, insanların özlemi olan güç kavramı ile iç içe sunuldu. Sulu selli yedik, hatta tiryakisi olduk. Sonra özel televizyonlar hayatımıza girdi. İnsanların yatak odaları taşındı ekranlara…
    Derken 1985 Gençlik yılı ilan edildi. Popüler kültür adına ne varsa girdi Türkiye’ye… Kültürümüzü yeniden şekillendirmeye başladılar. Köftenin yerini hamburger, ayranın yerini kola, türkünün yerini pop müzik, kumaş mendilin yerini kâğıt mendil, kristal bardağın yerini pet bardak aldı. Bir yandan kolay sömürülecek bir tüketim toplumu haline getirildik, bir yandan da gençlik adına kimliksiz, kişiliksiz bir neslin yetiştirilmesi hedeflendi. Maalesef başarılı da oldular.
    Bu gün etrafımıza bakınca gelecekten beklentisi olmayan, günü birlik yaşayan, eğlence adına her türlü maskaralığı mubah sayan, kazanca ve başarıya giden, hangi yol olursa olsun, o yoldan geçmeye kalkışan bu gençlik, yukarıda ifade ettiğim oyunun oyuncağı ve bu oyunun en etkili aracı sayılan televizyonların maharetidir.    
     Bu günlerde sevindirici bir gelişme ki televizyon programlarımızın hangi kaynaklardan beslendiği, bu programların  formatlarının nerelerden geldiği az da olsa tartışılmaya başlandı. Bu sevindirici bir gelişmedir. Ancak yeterli değildir.
    Size bir örnek daha… İlgili herkes hatırlayacaktır. ABD, Irak’a düzenlediği harekâtın bütçesini açıklamıştı. Bütçenin ayrıntıları konumuzun dışında olmakla birlikte önemli bir noktası vardı. Türkiye’deki basın yayın kuruluşlarına aktarılmak üzere bütçeye 200 milyon dolarlık bir para ilave edilmişti. Ben sonucu merakla bekledim. İlgili kurumlar ve kişiler bunun araştırmasını yaparlar, bu parayı alan basın yayın kuruluşu varsa ortaya çıkarırlar ve ben ihanet demiyorum, ama suçlarının adı ne ise ortaya koyarak yargıya teslim ederler, diye bekledim. Hiçbir şey olmadı. Ancak bir kısım medyada, önceleri insan hakları savunucuları olanlar dâhil olmak üzere yapılan işgali meşru göstermeye çalışan pek çok kişi oldu. Bir kısım medyanın hangi kaynaklardan beslendiği, kimlerin arzu ve isteklerine göre yayın yaptığı da böylelikle belli oldu.
     Sonuç olarak diyebiliriz ki; aile ve toplum hayatımıza bir virüs gibi bulaşan, bize yabancı programlarla, bizi biz olmaktan çıkarmaya çalışan televizyon programlarına en azından kendi aile hayatımızda bir sınırlama getirmeliyiz. Hiç değilse kendi ailemizde çocuklarımızın hangi programları seyredip hangilerini seyretmeyeceklerini yönetemezsek  yarın çok geç kalmış olabiliriz.  O zaman ne yaşadığımız muhit, ne ailemiz ne kültürümüz, hiçbir şey kaybedilen değerlerimizi yerine getiremez. Çünkü pembe mendili cebimizden, geleneksel değerlerimizi hayatımızdan çıkarmış oluruz.
 
 
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir